Hayat zorlukları

HAYAT VE ZORLUKLARI

“Geldik aha da gidiyoruz” derler ya o misal HAYAT. Geldik ilerliyor hayat ve belki az sonra, belki yakında, belki de daha ileriki bir zamanda gidiyoruz. Orası nasip kısmet, ALLAH bilir, görelim neyler, MEVLAm neylerse güzel eyler. Yarından öte dünle başlayıp bugüne geliş ve yarına doğru yol alış BENim burada, bu yazımda anlatmaya çalıştığım…

İlk fikir yazıya başlamama vesile olan düşünce, hani hep diyorlar ya İLHAM, karayolcu Orman Mühendisi olmam yanında, şehirde yaşayan kır kökenli olmam, şimdilerde Ankara’da daha önceleri de başka şehirlerde yaşayan bir Mersinli, Silifkeli olmam, Dedebeleni Mahallesinde, Recepli yada Şimşekler içinde doğmuş, yaşamış ve evin, yurdun, hanenin orada olması, Şimşekler içinde bir SAKLARdan olma gibi hususlardan yola çıkarak, ZOR, zorluklar ile dolu bir HAYAT sürmekten bahsetme gereği duydum. Bu bir şikayetten öte herhangi bir yere ait olmama, aidiyet hissetmemenin ötesinde kalabalıklar içinde çekilen yalnızlığın vermiş olduğu hem rahatlık, hem zorluk, hem de insanlara zor bağlanma gibi olumsuzluklar yanında umursamaz bir hal takılma ve sonrasında insanlardan zarar gördüğünde fazla kafaya takmama gibi avantajları da barındırdığı bir halden bahsedeceğim. Nereden başlayayım derken, Almanya’da yaşayan Almancı Türkler aklıma geldi ve oradan başlayayım müsaadenizle.

Almancı diye hitap ettiğimiz, Almanya’da iş aş, ekmeğinin peşinde koşan vatansever Türk insanları çok fazladır. Bu insanlar memleketine hasrettir ama bir o kadar da mecburdur Almanya’ya. Ama ne oralıdır, ne de Türkiyelidir. Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı… Bir zamanlar içinde bulunduğumdan rahatça söyleyebilirim ki, hepsine yurduna, vatanına dönmeye can atar, hep emekli olmayı, istediği miktarı biriktirip Türkiye’ye dönmeyi hayal eder ve oradaki zorluklara bu hayal ve ümidin verdiği hazla, iştahla katlanır. Yoksa kim katlanabilir ki ucube, terörist gibiymişsin bakan binlerce, milyonlarca gavur göze.. Ama yurda, vatana birkaç günlüğüne dahi geldiğinde Almancı muamelesi görür, kimse umursamaz dediklerini, tamamen bir kaynak, para yüklü bir ayı ama diğer taraftan dilini, kültürünü kısacası her şeyini satmış bir yabancı görürler ve buraya ait olmadığını hisseder, evine, işine gücüne dönmeye can atar, tabi insanın evi gibisi yoktur, ister Almanya’da, isterse bülbül misali bozkırın ortasında bir gül dalı… Neyse böyledir yurtdışında çalışan, orada yabancı, burada Almancı, yani ne oraya aittir, nede buralıdır artık…

Konuyu dağıtmadan gelelim bizim ZOR HAYATa. Başta da dediğim gibi SAKLAR sülalesindenim, bir sahibi çıkmazsa soy adımıza… Zamanında babamın Babası, yani Halil İbrahim dedem Recepli’den (ŞİMŞEK soy isimli sülale, oda sülalem sayılır) Müslüme ebemle evlenmiş, artık evliliğe şart mı koşulmuş yada ebemin baskısı veya dedemin yumuşak huylu oluşundan yada varlık, mal mülk anlamında ebemlerin ailesinin durumunun daha iyi olmasından mıdır nedir, bilemem ama gelmiş Dedebeleni mahallesine, Recepli’nin içine yerleşmişler ve geliş o geliş. Sonrasında evi köyü oraya kurmuşlar, onların işine koş, bunların işini yapalım, davarımızı güdelim, ekinimizi derelim, güderken veya dererken onlarınkini de aradan çıkartalım diye diye bu zamanlara gelinmiş. Sonrasında çocuklar olmuş, onlara ev yer yurt derken onların çocukları ve torunları yani bizler bu zamana gelmişiz. Hep Dedebeleni’nde hala Recepli’nin arasında Şimşekler Sülalesi ile içiçe, SAKLAR’dan daha yakın yaşayıp gelmişiz. Mesela gençlik yıllarıma kadar, soy ismi SAK olanlardan çok ŞİMŞEK olan arkadaşım daha fazlaydı, memlekete gitsem kendi soy isimli insanlardan çok onları görür, onlara gider gelir ve karışırız. Sağ olsunlar belki soy ismimiz aynı olanlardan daha çok onların ekmeğinden yemişizdir. Ama Almancı edasıyla asla bir emmoğlu, bir halaoğlu, kuzen, birader olamadık. Belki bunda bizim de katkımız çoktur, birincisi babamlar ve bizim dönemde hep davarcıydık, o yayla bizim, şu yayla bizim dolaştık, göçtük durduk. Bir dönem yurdumuz hemen mahallenin karşısındaki Manız olurdu ama orada bile tam sezonu tamamlayamadan, tam ovadan, sahilden, Silifke, Atayurt veya Erdemli filan her nereden yaylamaya geliniyorsa, geldikleri zaman, tam mahallenin kalabalıklaşıp, insanlarla, çocuklarla haşır neşir olacağımız zamanda yaylanın, Karakız Mezarı, Pusat, Sığlim veya başka bir yere göçme zamanı gelir, yaylaya göçülürdü. Ya göçemesek, o zamanlarda da biraz daha kalıp tadını çıkarsık olmaz mıydı? Olmazdı, çünkü bağ bahçe açmaya, zarar ziyan kokmaya başlardı. Birinin bağına girse davar, değil davarı evi ocağı, yurdu yaylayı satsak ödeyemezdik adamların parasını, zararını karşılayamazdık. O vesileyle biz yolu tutmalı, yaylanın birisine göçmeliydik. Ha şikayetçi miyim bu durumdan, hayır asla, iyiki de göçmüşüz, iyi ki de TAT MOĞMED’in küçük oğlu olmuşuz, bu günlere geldiysek, onların sayesinde, helal lokmasıyla, hayır duasıyla gelmişizdir, hamdolsun ALLAH’a…

Almancı’nın orada yabancı, burada Almancı olduğu gibi, bizde SAKLAR’ın içinde Dedebeleğili, Ereceplinin içinde olduk, SAKLAR’dan birisi her daim, yada yapı itibariyle biz öyleyiz. Yabaniyiz, yobazız, yabancıyız. Onda da hikaye şu kendi adıma diyeceğim, mahalle de yaşıtım çocuklar çok yoktu küçüklüğümde, bir Musa Kiya’nın Hatice vardı onlarda ikinci yada üçüncü sınıf zamanı gitti ovaya. Hep yalnız gittik geldik ondan sonra okul yolunda. Uzaktaki çalı karaltısı, gölgesi oyun arkadaşı oldu bazen, bazen de belli bir eyre kadar beni takip eden ala kedi, bazen bir kayayla hasbihal ettiğim bazen de bir badem, piğnar yada başka bir ağaçla dertleştim hep. Okulda hiç arkadaş yok muydu? Olmaz olur mu, çoktu hem de, hatta hepsiyle arkadaşız, biliriz birbirimizi, görsek kucaklaşmadan, eskiyi yeniyi konuşmadan bir çay kahve içmeden bırakmayız birbirimizi, şehirdekilerin iki yıl önce görüp, vakit geçirip; hatta bırak ne iki yılı yakın zaman önce bir toplantı da denk gelip, uzun uzun konuşup, sonrasında sokakta, metro da yada başka bir yerde karşılaştığında yüzünü öne eğen, görse de görmezmiş gibi bakmadan geçen, baksa da “pardon tanıyamadım, siz kimdiniz? diye bir tavır takınmasının aksine… Oradan gelir insanlara soğuk davranışım, hemen ısınamayıp, şüpheli şüpheli yaklaşımım. Okul çıkışı arkadaşlar hemen yandaki parka yada futbol-baketbol sahasına geçer, üstünü çıkartır yada çıkartmaz, devam eğlenceye, oyuna. Ama bizde nerede öyle eğlenceler, hemen eve gitmek, gidince ikindi oğlak güdümüne yetişmek gerek. Giderken de boş boş gidilmez, yada sabah gelirken. Hızlıca ders tekrarı yapılır, varsa yarına ödevler bir çalışılır. Boşver eve varınca yada akşam yaparım lüksü yok çünkü. Varır varmaz üstü değiştir varsa bir ki lokma at gödene, yoksa ele bir çökelek çomacı yap, ki onunda yarısını köpekle paylaş, aç kuzluğun ağzını, sal oğlkaları, vur kendini dağlara, alanlara, oğlak gütmeye devam. Akşam mı yaparız yok canım nereye yapıyorsun, oğlağı kuzluğa kattın, ağzını sıkı sıkı kapattın, geldin yapmamışlarsa eşeği yemle, köpeği yalla, eli yüzü yıka diyene kadar, karanlık çökmüş olur. Bir akşam yemeği derken kararmış iyice akşam karanlığı ve varsa bir iki de sohbet oyun diyene kadar yatma saati öncesinde, ocağın kaşında, çalı, odun ateşinde yolda yapmadığın matematik tarzı yazmalı ödevleri yaptıysan, yapabildiysen ne güzel. Tabi enerjin kalmış, pilin bitmemiş ve ocakta ateş koru geçmemişse...

Daha çok yollarda olur ders çalışmamız, özellikle okumalı olanlar. Şimdilerde evin önünden servise binip, okulun kapısında inen, gün boyu teneffüslerde oyun oynamaktan yorulup, sonra yine aynı şekilde servisiyle evinin kapısında inip, evinde sıcacık yemeği, sıcacık ortamında ders çalışmak, ödevini yapmaktan öte görevi sorumluluğu olmayan şanslı şehir çocuklarımıza imrenerek, gıpta eder ve ders çalışmama isteklerine pek akıl erdiremem. Onlara sözüm öylesi hayatı çok değil bir hafta bir tadın yeter, bakın görelim yapabilecek misiniz, şimdiki yaptıklarınızın çoğunu? Burun kıvırarak akşamdan kalmış yemeği, dünkü ekmeği beğenmemek, of çok yoruldum azcık yatsam dinlenen diyecek mi bakalım, o yorgunluğun, açlığın yokluğun ardından...

Yine dağıttım konuyu bak ya. Dedebeleni mahallesinde Şimşeklerin arasında yaşamış bir SAK çocuğu. Ha sadece o mu burukluğun sebebi, değil belki de. Bizim çocukluğumuzda mahalledekilerin çoğu, köyde olduğu gibi göçmüştü şehre, mahalle de iki çocuktuk aynı çağda olan, Hatice de üçüncü sınıftı herhalde göçtüler ovaya. Ve kalakaldık, bir başıma, boynu bükük oyun arkadaşsız. Hoş olsalar ne kadar oyun arkadaşıydık, işten güçten ne kadar fırsat vardı oyun oynamaya... Sonrasında taşlar, kayalar, duvarlar oldu kendimce oynadığm futbolda takım arkadaşı, gerçek duvar pası yaptığım. Rakipte oğlaklar veya köpeklerdi, tabi onlarda benim rol verdiğim kadar oyun arkadaşı yada katılabildiği kadar oyuncu...

DEVAMI GELECEK...

KARA ÇADIRIN KARA EVLADI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder