DAVARLI GÜNLER
Karlı
günler, güneşli günler, sıcak-soğuk günler vs olarak anlatılır ya, BENde
davarlı günler diye başlayayım istedim bu yazı dizisine…
ÇELEREN ÇELERENE
Sene 2000’li yılların, milenyumun başı,
ben diyeyim 2001 siz deyin 2002. Bir yaz dönemi, haziran sonu yada temmuz başı
gibi zamanlar. Karakız Mezarı tarafındayız. Davar salanı, kışı oralarda geçirmişiz,
inin karşısındaki kış yurdunda. Yaza da başka bir yurda göçmeyip, kış yurdunun
hemen altındaki PYİNARIN DİBİ’ndeki yaz yurduna taşıyıvermişiz. Öyle bir
bereketli sene ki, öyle böyle değil maşALLAH.
Davar oğlak besili gibi, tüyleri dümdüz,
ıldır ıldır eder haldeler. Genelde kış yurdundan başkaca bir yaz yurduna göçüm
olur. Öyle yapıldığı zamanlar, bereket daha iyi olur, davar oğlak yeni yerde
daha huzurlu, koyak daha temiz olur. Ama bu sene böyle olsun denilmiş ve ara
ara bazı senelerde öyle yaparız. O sene de öyle olsun dediğimiz, kışlık ağıl
ile yazlık ağılın aynı olduğu, kışın arkaca yatan davar yazın biraz daha
tepelere doğru olan yerlerde, ağıla katılmaksızın sele serpe yatıp, dinlenip
dururlar. Ve çevrede bir zarar-sakat, nohut, ekin vs yoksa genelde bizim davar
böyle olur ve keyfi yettiğinde kalkar, yayılmaya gider ve rahmetli BABAm da hiç
ayh, kiş demez, onlarla birlikte gider, gezdirir, dolaştırıp, güdüp gelir. Komşular
davarı ikindi saat 4:30-5:00’e kadar, ağılda yatırırlarken, bizimki daha saat 3
3:30 gibi çıkar ve güdülmeye gidilir. Hatta öyle ki, öğlen saatinde sağım
sonrası, oğlakların da kuzluktan salınması ve davar oğlağın emişmesi, emiştirilmesi
dahi davar oğlak, çadırın, yurdun yakın yerlerinde dolaşarak, keyflerinin
yettiği yerde yatıp, yettiği yerde yayılır şekilde olur. Sonraki 1-2 saatte
davar koyağa toplanır, davar oğlak birbirinden ayrılır, oğlak kuzluğuna katılır,
davarda ağzı açık vaziyette ağılında, koyakta yatar, dururlar.
Yine böylesi yaz günlerindeyiz. Her şey normal rütininde giderken, davarda bir hastalık başladı. Aman ALLAH’ım, öyle böyle değil. Bir şeyden zehirlendi mi, şu mu oldu, bu mu oldu derken, günlük ölen 3-5 tane var. Hiçbir şey yokken bir bakarız, bir beğrilti, noldu filan derken bir varırız yanına, can çekişir vaziyette, 3-5 dk. çabalar, sızlanır, bağırır derken ölür. Kessen hangi birini keseceksin. En işlek bir yerde, çok satış yapar bir kasap olsa o kadar eti ne yapsın. Günlük 3-5 derken, giden gidene. BAYTAR bul gel, çağır gelsin, baksın, aşılasın derken 3-5 gün daha geçti. Aşıladı aşının etkisi görüldü, fayda etti etmedi derken 3-5 gün daha geçti. Ama hala devam ediyor günlük 3-5 belki daha fazla ölen keçi var.
ÇELERME deniyormuş, dışarlarda yediği otların
etkisiyle, hayvanın vücudu kendi kendini zehirliyormuş. Çok besili hayvanlarda,
yaz sıcağıyla birlikte olurmuş öylesi ölümler. Neyseki aşısı varmış ve fayda
etti. Etti etmesine ama koca koca keçiler, kocaman iki teke, giden satıma
gelmiş oğlaklar şunlar bunlar derken 30-40 kadar davar gitti bizim, CANLAR
gitti canlar. Çeleren çelerene, giden gidene, hem de ne canlar. Sonraki zamanlarda
hep yaptırır olduk ÇELERME AŞISI’nı. Sonra sonra parazit aşısı çıktı,
yaptırınca, bit pire, kene vs hiçbir parazit olmaz oldu 3-5 ay oğlakta,
davarda. Evvelinde ne olurdu, keçilerin boynuzlarının dibi dolardı çeğeyle, tek
tek koparacağım, taşın üzerinde öldüreceğim diye uğraş dur. Sonra 1-2 aya bir,
pire tozu olurdu, hayvanları yakala tek tek, sırtına, kıllarının arasına PİRE
TOZU’ndan atacağım diye uğraşta uğraş. Hey gidi günler hey…
Şimdilerde korona vaka sayıları, ölenler,
vefat edenler açıklanıp duruyor ya, eşdeğeri değil tabi de o günler aklıma
geldi. Ve sizlerle paylaşayım istedim… Şöyle güzelce bir aşısı, ilacı bulunsa
da def olup gitse bu KORONA, COVİD-19 illeti başımızdan. Biz de rahata, huzura
ersek artık.
Tedbirli
olalım, maske, mesafe, temizlik uyarılara, tedbirlere uyalım. Daha fazla can
kaybı olmasın. Kalın sağlıcakla…
&&&&
Karlı
günler, güneşli günler, sıcak-soğuk günler vs olarak anlatılır ya, BENim de
davarlı günler diye başladığım yazılara, ANILARDAN BİR KARE diyerek, yeni
yaşanmış hikayelerle devam edelim.
DENİZE
GİDENLER
Lise yılları, Silifke’de birkaç farklı
yerde, köyden birkaç farklı arkadaşımla öğrenci evlerinde kalarak geçti. Şimdilerde
olduğu gibi köye her gün gidip gelen dolmuşlar yoktu. Şimdi de çok farklı değil
hele kışları ama, bir yada iki de olsa, en azından gidip gelme imkanı var. Sabah
gider akşam gelirdi o yıllarda bir yarım otobüs, o da yolcu olursa. Her gün
gidip gelse de, hem masraf olarak altından kalkılmazdı, hem de köydeki bizim
mahalle ve ev merkeze biraz uzak olduğundan, karda kışta ta oralara kadar
gelmezdi, gelemezdi dolmuş otobüs. Şimdilerde kuru havalarda dahi gelmeye
nazlanan çokları var, klimaya yolun tozu toprağı doluyormuş, oraya kadar
geçemezmiş. Arkadaş oraya geçmem, gidip gelmem, masraf olur, farkını verirsen
giderim demiyor da…
Öylesi yıllarda, hava müsait
olduğunda hafta sonları köye gelir, anne-babaya yardım eder araç durumuna göre Pazar
akşamı veya pazartesi sabahı geri gideriz. Ve sağolsun Mecit abinin hakkını
ödeyemem, çok zaman kahrımı çekti, Cuma iş çıkışı beni de aldı ve Pazar akşamı
da Silifke’ye çok yol yaptık. Hem de giderken, yufka ekmeğinden tutunda,
yakacak malzemeye kadar bir çok şeyi ta evin önünü kadar götürerek. Hele Hikmet
emminin bakkalından bir kilo yada daha fazla lokum alıp, yiye yiye gittiğimiz
ve abi bu sefer BEN ödeyeyim dediğimde, yok senin paran geçmez diyerek. Ve o
lokumların tadını yediğim, güllü, çifte kavrulmuş ve daha nice çeşidinde hiç
bulamadım. ALLAH Mecit abimden razı olsun…
Böyle böyle, hafta içi okul, hafta
sonu gelip hem yardım hem de kirlilerin yıkanması ve yufka vs diğer
ihtiyaçların tamam olması için gelip gitmelerle Liseli yıllar, zoluklar ve bir
o kadar da güzelliklerle geçti. Geçerken böylesi zamanların bazılarında, okul
çıkışlarında ya da okula gitmeyerek, arkadaşlarla ta Taşucu’na denize
gitmelerimiz olurdu. Şortlar vs yanımıza alır daha Nisan’dan başlardı deniz
sezonu bizim için. Binerdik Taşucu dolmuşlarına, sür denize, gir girme iyice
eğlen, sonra da o ıslak şortun üstüne tam kurumadan pantolonları giy, bin
dolmuşa geri gel. Hem de ıslak ve tuzlu olan vücut ve şortun ıslağı ve tuzdan
kaynaklı beyaz lekesi pantolonun üstüne çıka çıka…
Bazı hafta sonları köye ailenin
yanına, yardıma gelmeyip, oralarda kalıp, binip bisikletlere, oltayı vs.de
alıp, 10-12 km mesafe de olan Taşucu’na denize, liman iskelesine kadar gidip,
sözde balık tutma eğlencesiyle çok güzel vakitler geçirdik. Hatta gidip
gelirken, yorulduğumuz yerlerde dinlenme bahanesiyle durduğumuz, soluklandığımız
yerlerde, yol kenarındaki bahçelerden, nar, portakal vs meyveler yiyerek. Şimdilerde
düşünüyorum da iyi ki yapmışız, zo ama güzel ve eğlenceli günlermiş.
Diğer taraftan daha toy
zamanlarımızda, Sayağzı’nda Su Büklümü’nün orada, SİLİFKE Anıt’ta ayakkabıcı
boyacılığı yaparak geçimini sağlayan Köse Kocanın evinde otururken, hemen yolun
alt tarafından büklüm büklüm akan Göksu Nehri’ne gidip balık tutma eğlencesine
geçen vakitler ve tuttuğumuz balıktan ne çıkacak ki. Veya Silifke Müzesi’nin arka
tarafında Örnek Camii’nin yanındaki evde kaldığımızda, daha arkada bulunan
Mezbaha’nın orada, o pis kokuların içinde BALIK TUTMA çabalarımızı mutlulukla
yad ediyorum. Neymiş efendim, Mezbağa’dan Göksu’ya akan pis su ve hayvan
artıklarının olduğu yerde balık çok olurmuş.
Çok balık tutup tutmadığımız ve halen daha tam iyi bir yüzücü olup olmadığım bir tarafa, ZORLUKLAR dolu ama güzel günlermiş ve güzel anılar biriktirmişiz, hamdolsun. Çok şükür halimize, ALLAH’a ve bugünümüze…
&&&&
AĞAÇ
DALI
Ağaca çıkan keçinin göğe, dala bakan
oğlağı olur derler ya BiZimki de o hesap. Yükseklik korkusu diye bir olgu
vardır, şehirlilerin lüks hayatlarında. Nasıl olsun biz KARA ÇOCUKLARın öylesi
lüks yaklaşımları. Mecbursun çıkacaksın ağaçlara, dalların en uçlarına,
keseceksin taze dalları ki oğlaklar beslensin, daha iyi büyüsün. Baba mesleği
bizim sevdamız, yiyin oğlaklarım yiyin, ormancıyı da atlattık diyen BABAm
hikayeleri ile büyüyünce, okuyup bir şey olacaksak, hikayedeki ORMANCI’ların
başı, orman mühendisi olduk, hamdolsun ALLAH’a…
Yaz yurdu olan çadırın önünde yada
kıyısındaki kocaman meşe ağacı, bozağaç yada ardıç ağacı dalları o kadar güzel
olur ki, Kara Çocuklara. Hepsi değilse de BENim çok hayallerim olurdu, o ağaç
dallarında. O AĞAÇ DALI bazen evin buz dolabı, bazen kedi köpek yada diğer
hayvanlardan koruma amaçlı bir kuytuluk. Nohudun yeşil olarak olgunlaşma zamanı
kucak kucak nohut kuyunun yalağında yıkanır gelir, ağacın dalına konur ve
öğlenleri heftikleme, atıştırma, zaman geçirme anlamlı çerez olur, en
güzelinden hem de. Ağaç dalı önemlidir, davarın, oğlağın beslenme kaynağıdır,
yeri geldiğinde yakacak olarak kışın ısınma, yazın ise ekmek, bazlama olur.
Sacın altında boz kavlak, kavlak çilbizler şeklinde, kızarmış kızarmış
bazlamadır, sabah kahvaltıya…
Ağaç dalında geçen bir ömürdür velhasıl
yörüklük, kara çocuktan ta mezara kadar. Öyleki mezar kapağı en iyi ardıç
tahtası, yoksa ardıç dalından olur. Herşeyin hayırlısı olduğu gibi ölümünde
hayırlısı olsun hepimize… Kasım güzelliklerle gel…
&&&&
Göç
yolda düzülür derler, rahmetli dedem keçiler, köpek, eşek vs diğer hayvanlar
yürüyor bu göç yolunda, tavuklar neden yürümesin demiş ve yükün üstüne bağlı
tavukları indirip, sürmüş yola. Fakat tavuklar, horozlar sürmekten, yolda düz
gitmekten ne anlasın, her biri bir dağa dağılmış ve göç yolunda bir de
tavukları toplayıp, yakalamakla uğraşmışlar, vakti zamanında…
GÖÇ
VE GÖÇ YOLLARI
Güzün sahil (seyil) tarafına, bahardaysa
dağlara, yaylalara doğrudur göçün yönü. Hazır kış bitmeye yüz tutmuş ve
nergisler, sümbüller, çiğdemler çiçek açmaya meyletmişken vakti gelmiştir
göçün, yayla yollarını tutup, yeni yurtlara ya da önceki zamanlar kullanılan
yurtlara, yaylalara… Develerle, eşeklerle, katırlarla yük taşıyan hayvanlarla
olur göçmek. Konu komşunun yük hayvanları da ödünç alınır ya da taşımak için
onlardan da destek. Tabi bunlar çok eskide kalmış, şimdilerde kamyonlar,
traktörler vs yüklenip, tek seferde, normalde 1-2 gün veya daha fazla süren
yolculuğu bir iki saate indirmiş durumdadır. Hiç değilse eşyalar varır
öncesinde ve hayvanlar, sürü gelesiye, kara çadır kurulmuş, eşyalar çadırın
içine yerleşmiştir.
Gelin biz eskilerden gidelim ya da hala o
kültürü sürdürenlerle. Göç yolda düzülür deseler de göç hazırlığı birkaç gün
önceden başlar, hatta bir hafta evvelinden. Unu ufrası, yemi yiyeceği tamam
edilmelidir. Eksik veya az olan un değirmende öğütülür, bulgur yardırılır ve
başkaca kuru bakliyat vs tamam edilir. Çünkü yayla öyle 1-2 saate gidilip
gelinecek yer değildir. Ha keyfim istedi, şu ihtiyaç, hemen bir koşu gidip alıp
geleyim işi olamaz. Hem fazladan adam da yoktur yörük obalarında. Olabilecek
yiyecek ihtiyaçları tamamlanırken, hayvanların yemi yiyeceği de ihmal edilmez.
Davarın yemi, köpeklerin yallık unu, atın-eşeğin arpası, samanı da hazır
edilir, eksikler tamamlanır. Bu vb ön hazırlıklar giderildikten sonra, bir gün
öncesinden başlanır ortalığın toparlanması. Kılık kıyafet, alık çuvallara
yerleştirilir, yatak yorgan iyice hazır edilir, çadır çatma sökülür ve güzelce
katlanır. Islak akıcı vs bir malzeme bırakılmaz. Derlenir toparlanır.
Derlenen toparlanan eşyalar, göçün olacağı
sabahın erkeninde, daha ortalık ağarmadan kalkılarak, yapılan alas-samat
kahvaltıyla birlikte son kalan yatak-yorgan-yastık da toparlanır. Çuvallara
doldurulan eşyalar, yatak-yorgan, çadır, sac-senit, un-ufra ve dahi bilumum
eşyalar yüklenir eşeklere, develere, atlara. Tavuklar, küçük körpeler, ayağı
kırık keçiler, koyunlarda nasibini alır yüklenmekten, tabi yeterli yük hayvanı
varsa. Yük hayvanı yeterli değilse, ikinci, üçüncü seferde yapılacaktır.
Yüklerin yüklendiği hayvanlar önde, ağıldan, ahırdan salınan davar, koyun
sürüsü arkada çıkılır yollara. Yüklerin üstüne bağlanacak kedileri unutmamak ve
yollarda yürüyemeyecek kadar küçük olan çocuklar da yüklerin üzerine oturan
avantajlısındandır.
Düşülür yollara, yayla yollarına. Önde yük
hayvanları, yük hayvanlarını çeken evin orta ve küçük yaşlı çocukları. Arkada
sürü ve sürüye göz kulak olacak sağlı, sollu ve arkadan toparlayan çoban
çocuklar ve evin yetişkinleri. Ve tabi sürüyle giden koruma çoban köpekleri.
Sürü ya keçili oğlaklı karışık, ya da keçiler ortada, keçiler en arkada bir
birine karışmadan ama birbirinden de uzaklaşmadan. Göç gider ulam ulam, bazen
yollardan, bazen patikalardan, bazen yol kıyılarındaki yamaçlardan, yayıla
yayıla, otlayarak.
Yollar uzundur kiminde 3-5 saat sürer. Kimisinde
1-2 gün. 3-5 saat süren göç yollarında bazen dümdüz, hızlıca giderken, yoldaki
çevrenin serbestliğine göre, kimi yerde ve zamanda hayvanlar salınır dağlara,
otlasın diye. Ve denk gelen yerlerde sulamak gerekir, bazen bir kuyu da bazen
bir pınar veya akan bir suda. Öylesi zaman ve yarlar moladır, hayvanlara,
başındakilere. 1-2 gün veya daha uzun süren göç yolları çok yaşamamış olsam da
daha zordur. Bir gece konaklamak icap eder ki, tüm yükün indirilmesi, gerekirse
geçici bir şekilde çadırın kurulması vs uğraşları vardır. Daha meşakkatlidir.
Konaklamalı yada dinlenmeli yerlerde karınları da doyurmak gerekir. O yüzden,
akşamdan ve sabahtan hazırlanmış azıklar, nöbetleşeli ve hızlıca yenir, bir
sofra kenarında ya da düz bir kaya, kütük üzerinde…
Öyle veya böyle biter, kazasız belasız
yollar. Varılır yeni yurda, eğer öncesinden uğranılmış ve çadır çatma
düzeltilmiş, yönleştirilmiş ise ne ala. Yoksa onlarla da uğraşmak gerek ki, en
az yarım gün ve daha fazla sürer bu uğraşlar. Bu ve daha fazlasını da gelecek
bir sefere yazılım, anlatalım, kısmetse. Kalın sağlıcakla, duayla ve doğayla…
&&&&
SU ÜZERİNE
Teknede
hamur, bahçede çamur, ver Allah’ım sicim gibi yağmur.
Diye bir tekerleme vardır ve çocuklukta birçok zaman söylenmiştir. Sevdiğim tekerlemelerdendir, ansı vardır.
Pusat Dağı zamanları, 4-5 yaşlarında ancak varım. Davarlı günlerde su önemli, gerçi her zaman için su hayattır ama o zamanlara önemi daha bir büyüktür. Siz hiç 5’er yada 10’ar lt.lik kaplarda 2-3 km veya daha fazla su taşıdınız mı? Hem de elde, helke dediğimiz, kimi yerlerde bakraç olarak bilinen ağzı açık kovalarda. Yürüdükçe sapıyla, içindeki suyla dengesi bozulur ve az yada çok dökülür, ağırlaştıkça yarlarda vücuttan uzak tutmak zorlaşır ve dökülenler bacaklara, ayaklara olur. Ayaktaki lastik pabuç veya çizme ise belli bir dökülme sonrası ister istemez ayaklar ıslanır. Ve yürüdükçe ıslanan ayaklar ses yapmaya başlar, vıcık vıcık sesler gelir. Yağmurda ayakkabısı yırtık olan veya içine su gidenler bilir, o sesi duyarlar. Kap belli bir yorgunluktan sonra o kadar ağırlaşır ve yürünen yol bir patika ve sağda, solda hafif yükseltiler, kayalar varsa, onlara çarpan kapların etkisiyle de dökülmeler artar. Yorulursunuz, arada oturup dinlenmek istersiniz. Ve en sonunda eve gelmiş, bir bakmışsınız, helkedeki su yarıya inmiş, boşa giden su da cabası.
Böylesi günler, su önemli. Kuyularda biten suya şimdiki gibi tankerler vs ile döktürmek de pek mümkün değil. Zaten kuyuların olduğu yerlere traktör vs aracın çıkması, varması da imkansız. Damlacık var, küçük bir mağara ve içerisinde birkaç çukurluk ve yukarıdan akan suların etkisiyle oluşmuş sarkıtlar. Oralardan hemen hemen yaz kış su damlar. Yine içeride bulunan kovuk ve yarıklarda da su birikintileri olur. Susuz kaldığınız zaman, özü delik ot, ekin sapları gibi malzemeleri pipet şeklinde kullanarak buralardan su içmek mümkün. Ve o suyun lezzeti de başka yerlerde yok, en azından ben bulamadım. Kaynak suyu deyince öyle şarıl şarıl akan kaynak suları aklınıza gelmesin, yaz günlerinde sabaha kadar aksa iki üç kase dolacak kadar ancaktır.
Bu bahsettiğim damlacığa yakın, boz armut dediğimiz koyakların oralardayız. Tarlaların kenarlarında iki tane yabani armut ağacı vardı ve oralar tarif ederken, boz armutlu diye söylerdik. Neyse oralardayız, kulakları çınlasın anamla oğlak otlatır, güderiz. Bir yağmur başladı. Şimdiki gibi şemsiye, yağmurluk nerede olsun. Yaz günüydü, üstümüzde pek kalın kıyafette yoktu. Kısa kollu yada ince gömlekler vs. Hafiften başlayan çiseler eşliğinde ben de başladım tekerlemeyi söylemeye. Teknede hamur, bahçede çamur, ver Allah’ım sicim gibi yağmur. Söyleyip duruyorum. Az sonra bir fışkın geldi, Aman Allah’ım, öyle böyle değil. Gök yarıldı, yerin içine girdi derler ya, öyle. Oğlaklar kenarlardaki kovuklara, ağaç diplerine doluştu hep. Bizde öyle ama baktık olacak, ağaç yağmuru tutacak gibi değil. Ne yapalım, koş damlacığa. Koşsan ne fayda, zaten ıslandık iyice. Vardık damlacığa, az bekledik uz bekledik. Zaten yaz yağmuru, çabuk geçer. Ama iyi bir ıslandık. Sonrasında eve doğru kaçışan, ağaç diplerine kuytulara sığınan oğlakları toparladık. Bizim üstümüz başımızda yaz günü olunca öyle yada böyle kurudu. Zordu ama bir o kadar da güzel günlerdi. Suyun değerli olduğu zamanlardı…
Bakınca çok değişen bir şey yok aslında, su yine önemli hele ki böylesi yağışın az olduğu kuraklığın rahatsız edici boyutlarında. Su önemli, tasarruf etmeli, gelecek nesilleri gözetmeliyiz. Su savaşları deniyor, kim bilir yakındır. Sonumuz hayrolsun, Duayla, doğayla ve sağlıcakla kalın.
KARA
ÇADIRIN KARA EVLADI
Davarlı günler, Pusat,
Sığlim, Karakız Mezarı, Manız’dan başlayıp, Silifke, Mersin, Trabzon, Almanya, Kars
derken AnKARA’ya gelen, kara çadırdan şehre süre gelen hayat...
KARA ÇADIRIN KARA
EVLADI, KARAyolcu Orman Mühendisi Durmuş SAK:
Mersin, Silifke'nin
Uzuncaburç Köyü’nün yaylalarından, Toros Dağları’nın yamaçlarında, sırtlarında olan
Pusat Dağı’nda dünyaya gelmişiz. Kulakları çınlasın, ömrü uzun olsun ANAm süt döküm
zamanı, öğle saatlerinde KARA ÇADIR’da çulun üstünde doğduğumu söyler. Ve kara çadırın
evladı oradan gelir, kendimce. Muhtemelen Nisan başından, Haziran 15-20’ye kadar
olan zaman dilimine denk geliyor. Yörüğüz velhasıl, 2006-2007’lere kadar davarımız
vardı, çadır kurar, bir yayladan diğerine, oradan evin yanındaki yurda göçer dururduk.
Sonrasında anne ve rahmetli BABAm Tat Moğmed (Muhammet’in yöresel söylenişi) yaşlanınca
biz hayırsız EVLATlar da kendi ekmeği derdine düşünce, ÇADIR YIKIMI yaptık ve inanın
o kadar ucuza gitti ki 100-150 kadar davar ve bir o kadarda oğlak, düşününce
üzülmemek elde değil. Sonraki yıllarda değerlendi de değerlendi. O zamanlar üniversite
son sınıf zamanlarım, çok dedim okulu dondurayım, bir iki sene daha idare edelim
ama anne babada razı olmadı, BiZimde yürek yetmedi. Ve sonrasında bir değerlendi
ki davar-oğlak, sormayın gitsin. Velhasıl, yalan dünya işte, yalan oldu gitti...
İlk okul ve ortaokul
köyde okuduk, okulu köye yaptıranlar hatta ta ATATÜRK’ten bu yana ülkeye, devlete,
millete fayda için ömür verenler sağolsun, mekanları cennet olsun. Sonrasında lise
ilçede, Silifke’de. Ki o zamana kadar ilçeye gelişim bir elin parmakları sayısını
geçmez. Derken üniversite, ta Karadeniz’e, Trabzon’a KTÜ Orman Mühendisliği. Meslek
lisesi olunca puan kırımı vs çok sıkıntılı ve bizde çalışkan kesin seneye de çalışıp,
ÖSS’ye yeniden katılırız düşüncesi ile bir iki yıl, doğayla, kırla, kırsalla ilgili,
bitki hayvan, börtü böcek derken sevdik bölümü, mesleği. E en nihayetinde kader
kısmet. Daha üniversitede okurken başladık hayat mücadelesine, zaten alışkınız evvelden
çalışmaya, 5-6 yaşlarında kendi başımıza oğlak güder (çobanlık baba mesleği ve doğuştandır)
ve ilk yevmiyeyi 7-8 yaşlarında almışız, el iş tutar, göz görür, ayak yürürken,
durmak, yatmak, kafelerde, kantinde ve başkaca mekan ve zamanlarda keyf sürmek,
yan gelip yatmak niye. Zaten öyle olsa da para mı yeter, olmaz haliyle. Ders sonrası
part-time olarak daha birinci sınıftayken başladık Fakülte Fidanlığı’nda çalışmaya,
haftasonları vs.de yevmiye doğrulttuk, kah peyzaj, bahçe düzenleme işlerinde hocaların
desteğiyle yevmiye kaptık, kah fındık bahçelerinde bu yarlar, yamaçlar bizimdir
dedik. Üstüne TEV bursu da alınca inanın çok zaman ailemden sıfır katkı ile bitti
üniversite, hatta şöyleki o zamanın parasıyla 8-10 bin TL belki daha fazla birikmişim
vardı, hamdolsun ALLAH’a. Ha bu arada 3 sınıfta, 1 yıl Erasmus ile ALMANYA maceramız
da oldu, orada da hem okuduk, hem çalıştık, onun detayıda başka vakte olsun.
Velhasıl bitti üniversite,
olduk ORMAN MÜHENDİSİ. Ne yapacağız, hocalarımdan sağolsun okulda kal, yüksek lisans
yap diyenler oldu, biz hayata atılalım, iş güç kovalayalım gerekirse hem çalışır,
hem de yüksek yaparız diyerek, Çeşmeli, Mersin, Manavgat, Fethiye, Antalya, Milas,
Bodrum Muğla ve İzmir birkaç özel sektör, Fidanlık ve Peyzaj işleri bir taraftan
da dershaneye filan gitmeden, kendi kendimize ders çalışıp, hem de mesai yaparak
girdik KPSS’ye. Ve hiç aklımızda yokken,
ver elini Kars DSİ, Orman Mühendisi. Burası sözleşmeliydi, kader bu, şükür
ALLAH’a ve halimize, ikinci kadrolu atamayla AnKARA Karayolları Genel Müdürlüğü,
Orman Mühendisliği’ne sürükledi bizi. Sene 2009 başladık memurluk hayatına, sonrasında
bir ara Tekirdağ askerlik dediler, eyvALLAH. Halloldu ve o gün bugündür, AnKARA’da
hayat sürerız olduğunca, elden geldiğince, kader kısmetin önümüze koyduğu haliyle.
Evlendik Süreyya sultanla, bir oğluşumuz var hamdolsun halimize, ALLAH’ım bizleri
ve EVLATlarımızı korusun, ömürlerini güzel eylesin. Hayırlı evlat olmayı, yurdumuza,
milletimize, devletine, dinine hizmet eden, helal lokma peşinde koşan hayırlı evlatlar
yetiştirmeyi bizlere nasip etsin inşALLAH.
Şimdilik AnKARA’da
hayat süreriz velhasıl, olduğuyla, olmayanı ile, mesaimiz, iş güç harici, kendimizce
meşgale amaçlı uğraşlar olan şehir tarımı, kentsel tarım, şehiriçi permakültür
tarımsal üretim deriz, hem de şehrin göbeğinde, AnKARA’nın ortasında. Bir avuç
toprakta bir dünya mutluluk yaşamaya çalışırız, herkese yol göstersin diyerek, yaptığımız
uygulama ve hayattan kesitler aktarmaya çalışırız. Ki şöylesi pandemik bir süreçte
tam da zamanı, illaki bahçe vs gerekmez, saksıda, balkonda, pencere önünde, terasta,
bina önünde, site içinde, park bahçe köşesinde, kısacası her yerde, olduğunca, elden
geldiğince, imkan çerçevesinde olur, naçizane tavsiyemizdir.
Bunları yaparken asıl
gayemiz, oğluşumuz başta olmak üzere geleceğe ışık tutmak, ateş böyle yakılır, domates
ağaçtan değil bitkisinden şöyle şöyle toplanır, hayvan gübresi kötü koksa da marketten
alınan hali dışında, patates toprağın altında olur ve toprağı eşelerken, elim kirlense,
çamur olsa, solucan elime değip huylansam da, topraktan çıkan patatesin lezzeti
başka hiçbir şey de yok dedirtmek ve böylesi bir yaşama alışmak, alıştırmaktır.
Yapmasa da darda, zorda kaldığında, gerektiğinde, taş atıp kolu yorulsun diyerek,
tarif vermek, tarihe not düşmek, tarih yazmak gayesiyle...
Yörüğüz velhasıl,
kara çadırda doğduk, hayat denen bu zorlu yolda yürürüz, gündüz gece, yörüklük serdedir,
hem de dur durak bilmez hal ile yürürüz, ALLAH’ım ömür verdikçe de devam edeceğiz,
inşALLAH.
Biliyorum yine uzun
oldu, başınızı ağrıttım, gözünüzü yordum, kusuruma bakmayın, hakkınızı helal edin.
Ama napayım diyecek çok husus, söyleyecek çok söz var, elde değil uzayıp gidiyor.
Duayla, doğayla, hoşça, dostça ve en önemlisi sağlıcakla kalın...
&&&&&
DAVARLI GÜNLER
diyelim söze başlarken, özlenen bir tat söyleyelim. Kimisine ağır gelse, tadı
herkesçe çok sevilir olmasa da, göğermiş peynirli çökeleği anlatalım size
gelin..
GÖK KÜFLÜ
PEYNİRLİ ÇÖKELEK
Haziran sonu gelmiş, gün dönmüş, süt yağlanmaya
başlamıştır. Satımı yapılırsa bitmiş, hep peynir olmuşsa kışlık haliyle, iyice
yağlanmış sütün yağları sarı suyuna kaçar olmuştur. Hal böyleyken varsa
makinede çekilen yağlı sütler tereyağına, yoksa yoğurt yapılıp, günlük değilse
de iki güne bir yayık yolculuğuna giden günlerdir artık. Yağlı veya yağsız
haliyle ayran, yoğurda giden sütlerden mayalama sonrası veya yayık sonrası
ayrandan çökeleğe gider. Her gün değilse de iki üç güne bir olacak şekilde, bir
kese, hiç değilse 3-4 kg çökelek çıkar ortaya. Her çıkışta taze taze
değerlendirmek mümkün olmadığından, mecburen deriyedir yol, kışa hazırlık
diyerek.
Deriye yolculuk ile başlar gök küflü
peynirli çökeleğin hikayesi. Deriye, tuluma, iki-üç çökelek basımına bir denk
gelecek şekilde, bir peynir yapılır. Peynir yapılıp, iyice suyu geçsin diye,
keseye katılan sulu peynir, bir müddet yüksek bir yere asılıp ve daha
sonrasında taş arasına bastırılması haliyle, içerisinde hiç sarı, peynir altı
suyu kalmayacak şekilde, suyun süzülmesi sağlanır.
Aynı benzer işlemler ile suyu süzülmüş
iki-üç günlük çökelek ile bir günlük peynir, isteğe göre, miktarı artırılabilir,
ezilerek birbirine karıştırılır. Yaklaşık, 8-10 kg çökeleğe, 2-3 kg peynir
eklenir, tabi isteğe, peynir miktarı arzusuna göre peynirin miktarı
artırılabilir. Bir leğen veya genişçe bir kapta, peyniri ezilip, çökeleğe iyi
karıştırma aşamasında, içerisine ince veya diri tuz eklenir ve her tarafına
eşit yayılacak şekilde karıştırılır.
Önceden hazırlanmış, deri, tulum içerisine
katılmaya başlanır, ezilip, tuzlanarak karıştırılan peynirli çökelek. İster
avuç avuç, istersek bir kese gibi akmasına yardımcı olacak kap ile derinin
içine katılır. Ve gök küflü peynirli çökelek ayrımı burada yazılır. Peynir derisine
konulan peynirli çökelek, birbirine iyice sıkıştırmak adına, SAPLIK denilen,
yarım m.lik yuvarlak ve kabuğu soyulmuş, dal ve budakları iyice düzeltilmiş, oklava
şeklinde ama bir kol kalınlığında bir sopa ile ÇÖKELEK BASMA işi yapılır.
Normal şartta deriye basılan peynir, çökelek ne kadar iyi sıkıştırılmış ise o
kadar iyi olur. Hem deriye çok malzeme konmuş olur hem de çökelek, peynir arası
boşluklar azaltılmış ve içindeki kalan suyun kenarlara, deriye doğru ve deride
sonradan açılacak iğne ucu kadar deliklerden dışarı akması sağlanır.
Deriye saplıkla peynirli çökeleği basma
aşamasında işin püf noktası, göğermenin yol ayrımına gelinmiş olur. Burası
uzmanlık ister, iyi deri basarım, olgusu burada dile gelir. Özellikle biraz
daha iri parçalı olan peynir parçaları arasında, bir nebze boşluk bırakmak
gerekir. Bu boşluğu iyi ayarlamak, her baba yiğidin, iyi deri basarım diyenin
harcı değildir. Ki aralarda bırakılacak boşluklarda kalan havanın katkısı ile ara
ara peynirli çökelek içi, küflenmeye geçer ve zamanla buralar göğermiş, gök
küflü küflü bir hal alır. Ama bırakılacak boşluklar çok olursa, göğerme,
küflenme fazla olur, hatta dahası acıma yapar. Boşlukları ayarlamak ve
dolayısıyla gök küflülüğün sırrı deri, tulum basma aşamasında, peynir, çökelek
arasında bırakılacak boşluklardadır.
Güzelce basılan peynir, peynirli çökelek
veya çökelek derisi, güneş görmeyen serince bir ortamda, dolana kadar muhafaza
edilir. Muhafaza esnasında, dışına ak toprak sürülür, ara ara iğne, ince
çuvaldız veya tığ denilen aletler ile küçük delikler açılır. İçerdeki acı
suyun, havanın bu küçük deliklerden dışarı çıkması, dışardan ise temiz havanın içeri
girmesi ve küflenmeye, göğermeye yardımcı olması sağlanır.
Ve dahasında yaylalara, obrukların veya susuz
kuyuların derini, kıyısı ve şimdilerde ise buzhaneler 3-4 ay kadar, Kasım sonuna
dek meskeni olur, derilerin, tulum peynirinin, iyice kuruduktan, suyunu havasını
vs tamamen aldıktan sonra. Ve iyice olgunlaşıp, taze peynire ulaşmanın zor olduğu
Kasım ayı civarında ki takriben bu günlere denk gelir. Yavaştan çıkar, obruktan,
susuz kuyudan, inden yada güncel, modern haliyle buzhaneden. Sofralara düşmeye başlar,
taze sıcak bir BAZLAMA ile tat verir sabah kahvaltıya ve dahi nice özleyenine her
öğüne aş olur, renk ve tat olur sofraya olduğu kadar, hanelere de.
Ne dersiniz, bir gök
küflü peynirli çökelek sıkması, çomacı olsa sabah kahvaltıya güzel gitmez mi? Sizleri
bilmem ama özler halimle, her öğüne, 3-4 tane belki de daha fazla sayıda sıkmayı,
dürümü gödene indiririm, en alasından da bana mısın demem!
KARA ÇADIRIN KARA
EVLADI
KARAyolcu Orman
Mühendisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder