BULDUKÇA KAYBEDİYORUZ
Zorluklar, sıkıntılar, yokluklardan bahsederek geldik buralara, hep zor-sıkıntı-yoktan bahsederek geldik yaşanmışlıklardan. Hep mi kötüydü, eksiydi? Hiç mi artı, avantaj yoktu? Vardı tabi, olmaz mı? Hatta günümüzde olmadığı kadar çokki, o yüzden insan özlüyor eski yaşanmışı, o kadar zorluğa-sıkıktı-yokluğa rağmen. Olmasa özlenir mi? Gerçi bu herkes için geçerli, nerede o eski bayramlar, günler demeyen bir insan veya yaşlı bulamazsınız herhâlde...
Şimdilerde çok şeyimiz var eskiye oranla, çok diyeceğimiz kadar kıyafetimiz, yiyeceğimiz, evimiz, arabamız, eşimiz dostumuz, yolumuz, yorganımız, yatımız-katımız... Say say bitmez tükenmez olanlarımız, ama sahip olduğu kadar sahip olamadıklarımızda çok, nefis herhalde bunu bize yaşatan. Buldukça doymuyor, tabiri caizse bunuyoruz. Daha çok neden olmasın derdimiz. Bir araba alıyor neden eşimde çocuğumda binmesin ikincisi üçüncüsü niye olmasın diyoruz. Ama hiç düşünmüyoruz eskileri, olmayan günleri ve olmayanları. Hep anlatageldiğim kara çadırın kara çocuklarında yoklukta, zorlukta olduğu gibi bir tabak tek çeşit yemeğe hanedeki sayıca kaşık sallanan günleri bir düşünüp birde şimdiye bakın. İki-üç çeşit var masada en az her oturanın önünde ve her çeşide başka bir kaşık-tabak-çatal. Ama yine de bir doymazlık, aç gözlülük olmayanımız yok. Pilav niye lapa olmuş, yemek biraz tuzlu mu, çorba suyu çok gibi bahaneler gırla. Ya kıyafet her renginden olmazsa olmaz kazağın, tişörtün ve bir giydiğimizi bir daha giymeyiz, işyeri koktu, oda neyse? Giymekten değil yıkamaktan yıpranıyor, eskiyor kıyafetlerimiz. Haftada iki makina çamaşır çıkıyor üç kişilik bir hanede. Eskiyi kara çadırın kara çocuklarını dersek, iki-üç haftada bir yıkanırsa tertemiz çamaşır giymiş sayardık, oda en fazla bir kazan suyla ve haftada bir banyo yapmaya su bulsak ne ala. Şimdiyse ikinci güne kalsa banyo, saçlar yağlanmış, kafamız kaşınmaya başlamış oluyor. Neden oluyor, tamam şehrin pisi, tozu, isi kırsal gibi değil ama yine de biraz abartıyoruz. Yazın ağustos ayında ekin, harman, toz toprak içinde ancak haftada bir banyo yapar, bacaklarımız tozdan kıpkırmızı olur, diksek bostan biterdi ama yine de böyle kaşınma ve rahatsızlık duymazdık. Diğer taraftan çadırdaki herkesin toplam kılık kıyafeti en fazla iki çuvaldı, bırakın her çeşidin 3-4 rengini...
Herşeyimiz bollaştı ve çoğaldı şimdilerde. Bir göz odamız olurdu evimiz şimdikinin aksine, çadırı demiyorum normal dam dediğimiz evden bahsediyorum. Herkese bir oda nerede koca koca konaklarda dahi geniş aileler olduğundan her odaya ancak bir oğul, gelin ve çocukları olurdu herhalde, onuda kara çadırın kara çocukları nereden görsün. Onların görüp göreceği en büyük ev, çadır, mutfağı içinde değil önündeki çalı-duvar içinde olandı, oda sadece yazları. Kışın soğuğunda nasıl yıkansın bulaşık dışarıda. Herkese bir oda, ortak alanı hemen hemen olmayan, iki üç katı olan evlerimizde haftalarca birbirini görmeyen aile bireyleri var şimdilerde. Apartman çıktı hayatlarımızda hatta yüksek yüksek gökdelenler, bir mahalle hatta köy nüfusu içinde yaşayan. Ama birbirinden habersiz, vefatı olan hanede aş çadırı kurulur ve bir başsağlığı dilenirdi eskiden, ama o koca koca dünyaları içine alan bina yığınlarında insanlar acısını dahi tek yaşıyor. Yan komşuyum diye hırsız daireyi boşaltıp gitse çoğusu anlamaz, çünkü yan komşuyu görmüyor ki, nasıl tanısın. Kara çadırın kara çocukları koşardı 5-10 dakika, yoldan geçen bir araba sesi duysa, görmek için kimmiş yoldan geçen kime gelmiş, nereye gider, ne götürür. Zaten hepi topu 3-5 araç geçerdi ayda oda kimin, kime veya nereye olduğu bilinirdi, yabancıysa sorulup soruşturulur, hatta geçen arabanın sesi arkadaki koyakta (iki-üç tepe arkada oturan komşu çadırın olduğu yer) durduysa, git bakalım oğlum bir bak gel, hırlı hırsız olmasın, kimmiş gelen diye.
Mahalle, koyak yada köyde sayı 50-100 kişiyi geçmezken şimdilerde aynı sayıyı bir apartman da topluyor, sitemiz, mahallemiz, semtimiz, şehrimiz milyonları zorlayan kişilerle dolup dolup taşıyoruz. Fakat bu kadar kalabalık içinde yapayalnız yaşıyoruz, ne bir selam, ne bir sabah, hal hatır sormak, eskilerin aksine. Düşününce kara çadırın kara çocukları nede şanslıymışız, o ışık, aydınlatma yokluğunda, akşam oturmalarımız vardı, gece yarılarına kadar süren muhabbetler, ki o kadar yorgunluğun üstüne, dönüşte ayın aydınlığında yol bulurduk. Güzel konuşmalar yapılırdı, düşünün dedem asker anılarını anlatıyor, gece yarısı olmuş dönme saati, ama daha asker ocağına yeni varmış muhabbet. Üç-beş komşunun birlikte yediği bir arabaşı çorbasının tadı şimdi neyde var? Hem de içine hamur parçası düşürmemece mücadelesiyle, düşerse gelecek sefer toplanma sırası düşürenin evinde olurdu çünkü. Öyle şimdiki gibi oturup bir camın karşısına veya elde telefonlar ve oradan konuşuyoruz, zaten konu-komşuluk hak getire... Bulduk çok şey ama birde kaybettiklerimiz var. Lüks konutlarda lüksler içinde kalabalıklarla birlikte yaşıyor ama yalnız, kimsesiz, mutsuz, doyumsuz bir haldeyiz.
Üretmeyi unuttuk şimdilerde, çalışıp didinip, ortaya koyduğumuz birşey yok. Ne var ne yoksa tüketiyoruz. Ancak tüketiyoruz bulabilirsek, yoksa mutsuz, huzursuz bir haldeyiz. Stresi alışverişte atıyor, birşeyler aldığımız zaman rahatlıyor ve huzura kavuşuyoruz, yada öyle zannediyoruz. Reklam, medya unsurları, özel gün ve haftalardaki tüketime yönlendirme bu hayattaki en büyük düşmanımız. Şöyle düşününce mutsuz ve huzursuzluk kaynağımız, emek harcayıp ortaya birşey çıkartamamamız. Kara çocuklarda böylemi, bir oğlak doğuyor, onu soğukta donmasın, sadır gübre olup keçi yalamazsa ölmesin diye bulmak, kurulamak için geceli gündüzlü uğraş, temizle, doğumdan sonra iki-üç hafta her gün sabah akşam kuzluktan çıkar, annesinin altına buluştur ve emzirme sonrası alıp yeniden kuzluğuna geri koy. Biraz daha büyüyen oğlakları sula, besle, yemle, güt, gübresini temizle ve 5-6 ay sonunda 600-800 liraya satabilecek bir malın oluyor. Ve o paradaki emek hiçbir şeyde olmadığı gibi bu para kara çadırın kara çocuklarının okul masrafı, üst-baş kılık kıyafetidir. Ve o para helalinden kazanılmış ve çok değerlidir.
“Tabiatın manevi tarafını önce kendimiz öğrenmeli, sonra evlatlarımıza öğretmeliyiz. Topraktan, ağaçtan, doğadan uzaklaşan insanın neye yakınlaştığını iyi anlamak gerekiyor.” diyor İbrahim Tenekeci. Ama öylemi günümüz dünyası, insanlar modernleşme adına şehirlere doluştu ve kırsalda, köyde kimse kalmadı, adeta kuş uçmaz kervan geçmez oldu, varsa bir kaç yaşlı, onlarda gidemediğinden. Ya sehirleşmişler, ne derece memnun hayatından. Kırsal kökenli olan kara çocuklar üç-beş saksıda yaşamaya çalışıyor hayatı, doğalı. Ne kadar olabilirse, olmuyor tabi bu da ve mutsuz, hatsiz, stres dolu bir yaşam. Topraktan doğadan doğaldan uzaklaştıkça hayattan kopuyor insan. Ve dostlar, tükettikçe tükeniyor, buldukça kaybediyoruz. Onların ki alışveriş ve maalesef bizimki hep veriş... 14.12.19
KARA ÇADIRIN KARA ÇOCUĞU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder